Prof. Dr. Mustafa Koç
Gönüllere Giren, Kabe’ye Giden Abidin Dağköy Kardeşim
Dün gece yarısına doğru telefonum çaldı. Karşıdaki ses tanıdıktı ama titriyordu. “Hocam, Hendek’ten haberin var mı?” diye sordu. Ben daha "Hayır" diyemeden, o sesin telaşından ve aceleci tavrından omuzlarına ağır bir yükün bindiğini hissettim. Saniyeler içinde zihnimden binbir türlü ihtimal geçerken, o acı haberi verdi: Gönül insanı, iyilik sevdalısı, merhamet ve adaletin ete kemiğe bürünmüş hali olan sığınağım Abidin kardeşim; çıktığı umre yolculuğunda bir kaza geçirmiş ve Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştu.
İnsanın hayal bile edemeyeceği bir acıyla yüzleştiği o ilk anda, dudaklarımdan dökülen ilk dua gayriihtiyari bir sığınış oldu: “Rabbim, ne olur bu bir rüya olsun!” Ancak yaşadığım şey rüya değil, çarpması gereken sert bir gerçekti. Zihnim bir çıkış yolu arıyor, beni teselli etmeye çalışıyordu: “Haber yanlıştır, kişiler karıştırılmıştır, birazdan arayıp ‘Biz iyiyiz’ diyecekler...” Bu umuda tutunarak Düzce’den Hendek’e gelinceye kadar içten içe Rabbime yalvardım. Fakat eve yaklaştığımda; evin önünde, sağında, solunda yanan o ateşleri ve o ateşlerin etrafında sessizce bekleyen kalabalığı görünce acı gerçeği kabullendim: Kardeşim umreden dönmeye değil, ebedi yurdunda kalmaya gitmişti.
Bu güzel insanı yaklaşık üç yıl önce tanımıştım. Bir kişinin hakiki mahiyetini anlamanın en etkili yolu, iyilik yapma imkânı varken nasıl davrandığına bakmaktır. Abidin kardeşim, iyiliğin bir fırsat olduğuna ve bu fırsatın her zaman ele geçmeyeceğine inanan, ihtiyacı olanı arayıp bulan nadide bir ruhtu. Sürekli “İyilik çok güzel bir şey hocam,” derdi. Kimsenin derdiyle dertlenmediği, bencilliğin arttığı bu dünyada, o kendi alacağını istemekten bile utanan bir gönül eriydi. “Neden istemiyorsun?” diye sorduğumda, “Hocam, ya muhtaçsa, ya mahcup olursa diye korkuyorum,” cevabını verirdi. İnsana değer veren, başkalarının ne hissettiğini en ince ayrıntısına kadar düşünen biriydi. Onun yanındayken maske takmanıza gerek kalmazdı; kendiniz olabilirdiniz. Onunla sohbet etmek, insanın ruhuna nefes aldırırdı.
Dostum, kardeşim, o güzel insan sadece insanlara değil, tüm canlılara karşı nezaket doluydu. Kedilere mama verişini, köpekleri doyuruşunu, kuşlara "Rabbimin rızkına vesile olurum" diyerek gösterdiği özeni defalarca gördüm. Misafiri olduk, misafirlerini gördük... Misafire hak ettiği değeri sadece ikramıyla değil; bakışıyla, sohbetiyle ve izzetiyle veren ender insanlardandı. Kendi ihtiyacından vazgeçip başkalarının isteklerine karşı bir sensör gibi hassas davranırdı. Yalnızlık, taşınması zor bir yüktür; insan bazen bir sığınak arar. İşte Abidin, etrafında kimsesi olmayan, kendini yalnız hisseden herkesin sığınağıydı.
O, sahip olmayı dilediği şeylerin değil, sahip olduklarının kimden geldiğini bilerek şükrü iliklerine kadar yaşardı. Tanıdığım süre boyunca isyan ettiğine hiç şahit olmadım. Hayatı, her türlü külfete rağmen "Rıza" makamında yaşamayı başaran, yalanın zerresine bulaşmamış, İslam’ı eyleme dökerek "Müslüman" sıfatını layıkıyla taşıyan örnek bir insandı. Kul hakkından ziyade, "Yaratılanın hakkını" gözetirdi.
Yıllardır hacca gitmek için kayıt yaptırmış, ancak bir türlü sırası gelmemişti. Her kura dönemi yaklaştığında yüzünde tatlı bir heyecan ve "Ya yine çıkmazsa?" diye mahzun bir kaygı belirirdi. Kura çekilip de adı çıkmayınca hissettiği hayal kırıklığına rağmen, çevresindekiler üzülmesin diye gülümser, hüzünlü diline rağmen metanetini korurdu. Ben sesinden ziyade yüzüne bakardım; tüm o duyguları orada görürdüm. Onu rahatlatmak için “Güzel insan, sen her gün hacca gidiyorsun; bir gönle giriyorsun, darda kalana nefes oluyorsun. Bundan daha güzel hac mı olur?” dediğimde ise o meşhur mahcubiyetine bürünürdü.
Bu yıl da hac çıkmayınca umreye gitmeye karar verdi. Salı günü yola çıkacaktı. Pazartesi günü işim gereği Düzce’de olmam gerekiyordu; Pazar akşamı vedalaşmak için evine gittim. Vedalaşırken beni duymaz gibiydi. “Hayır hocam,” dedi, “Salı günü geleceksin, beni o gün uğurlayacaksın, sana sarılacağım, öyle gideceğim.” Kabul ettim. Salı günü yanına gittiğimde yüzüne tarif edilemez bir hüzün çökmüştü. “Güzel insan, istersen vazgeçebilirsin,” dedim. “Yok hocam,” dedi, “çok gitmek istiyorum.” Evden çıktık, “Sen çarşıya gelme, burada helalleşelim,” dedi. Sarıldık... Kulağıma eğilip, “Hocam seni çok seviyorum,” dedi. Ben de sadece onun duyacağı bir sesle, “Güzel insan, emin ol ben seni Rabbim için daha çok seviyorum,” dedim. Onun gözleri doldu, benim yüreğim...
Güle güle güzel kardeşim, Abidin’im. Gidişinin hüznü ve sana duyduğum özlemin yükü o kadar ağır ki... Bazen "Keşke seni hiç tanımasaydım" diyorum bu acıyı çekmemek için; sonra seni tanıdıktan sonra umuduma yoldaş olduğun, daraldığımda hayalimde bile olsa sığınağım olduğun için "İyi ki tanıdım" diyerek Rabbime hamd ediyorum. Sana söz; namazlarımdan sonra, secdede yaptığım her duada seni de anacağım. Umarım beni duyarsın güzel kardeşim... Mekanın cennet, komşun Resulullah olsun.
