Doç. Dr. Sertan Demir
MÜLTECİ SORUNU VE KÜLTÜR GELİŞİMİNE DAİR
Tarihi geçmişimiz ve kültürel altyapımız gereği Anadolu, yüz yıllardır çeşitli misafirlere ev sahipliği yaptı. Ev sahipliği tercihini genelde mazlum, ezilen, sürülen insanlardan yana kullandı. Bulgaristan örneğindeki gibi ya zulüm gören insanları çekip aldık zalimin elinden, ya da Çerkes sürgünü gibi yurtsuz kalan insanlara kapılarımızı açtık. Muhacir, sığınmacı, göçmen vs. Adına ne dersek diyelim.
Türkiye Cumhuriyeti ismi, bu merhameti sayesinde marka olabildi. Bu “marka” ifadesini, bildiğimiz günlük hayatta kullandığımız “marka” teriminin anlamıyla eş tutabiliriz. Bir gömlek alacağımız zaman, daha önceden kalitesini, müşteri ilişkilerini, fiyatını vs tecrübe ettiğimiz marka, bize ve topluma kaliteli veya kalitesiz gelir. İşte marka değeri denilen şey de aslında, o firmanın ürettiği ürünün toplumdaki karşılığıdır.
Evet Türkiye Cumhuriyeti bir markadır. Ancak bu markanın değerini, tabir caizse “vatandaşlık dağıtarak” koruyamayacağımız kesin.
Toplumda Suriye veya Afganistan’dan kaçan insanlara vatandaşlık verileceği algısı hâkim. Eğer bu algı gerçekleşirse bahsettiğim marka değerinde düşüş olacaktır. Biz ülkemize iş insanı, sanatçı, bilim insanı gibi katma değer üretebilecek insanları çekmeliyiz.
- E peki savaştan kaçanlar ne olacak? Kapılarımızı açmayalım mı? Diye sorulabilir.
Tabii ki açalım ancak belirli şartlar dâhilinde olmasından yanayım. Örneğin Avrupa’da bu işlerin nasıl yürüdüğüne biraz şahitlik ettim. Kişi, herhangi bir ülkeden Avrupa’daki bir ülkeye, sığınmacı olabilmek için başvuruyor. Kendi ülkesinde siyasi, mezhepsel, ırksal, cinsiyetçi bazı negatif ayrımcılığa uğradığını ve hakkında açılan davalarının olduğunu beyan ediyor. Başvuru yaptığı ülke de sığınmacı hakkını bazı incelemelerden sonra karar veriyor.
Ama sığınmacı, elini kolunu sallayarak ülkenin her tarafında gezemiyor, istediği şehre yerleşemiyor, istediği işi yapamıyor. Belirli merkezlerdeki sığınmacı kamplarında kalmak zorundalar. Örneğin bir marketin girişinde gazete, mecmua satabilirler gibi sınırlı izinler veriliyor.
Avusturya’daki bir üniversitede görevli olduğum zamanlarda, yürüttüğüm bir proje vardı. Projenin ismi, “Avrupa’da yaşayan Türk göçmelerin, müzik yoluyla Avrupa kültürüne entegrasyonu-İnnsbruck Örneği” idi. Bu proje dâhilinde bir aile görüşmesi gerçekleştirmiştim. Kişi 25 yıldır Avrupa’da olduğunu söyledi. Ben, vatandaş olup olmadığını sorunca “hayır olamadım” cevabı almıştım. Sebebini sorduğumda kişi, dil sınavını geçemediğini söylemişti.
Burada ifade etmeye çalıştığım fikir, hümanistik bir bakış açısı ile örtüşüyor. Savaştan kaçanlara sırtımızı dönelim demiyorum. Özellikle kadın ve çocuklar bizim hassas noktamız olmalı. Aklımıda bazı sorular, ister istemez beliriyor. Biz, Suriye veya Afganistan’dan gelenler için herhangi bir uyum süreci politikası uygulayacak mıyız? Onların kim olduğunu sorgulayacak mıyız?, Vatandaşlık vereceksek, ülkeye katma değerlerinin olup olmayacağını öğrenebilecek miyiz? Yoksa sırtımızda yük mi olacak?
Türkçe’yi öğrenebilecekler mi?, ülkenin tarihi ve kültürü hakkında ne kadar bilgiye sahip olacaklar.
Son iki soru aslında hayati önemi olan iki sorudur. Kültürle direkt bağlantılıdır. 20 yıl sonrasını düşününce, kötü senaryonun hayata geçmesi durumunda kültürel olarak 5000 yıldır geliştirdiğimiz, beraberimizde getirdiğimiz ve sonraki nesillere gururla aktaracağımız kadim kültürümüzün, dibine dinamit koymakla eşdeğer bir durumla karşılaşabiliriz.
Bazen çarşıda gezerken, dükkân isimlerinin Arapça yazılarla yazılmış olması içimi parçalıyor. Bu durum İngilizce tabelalar için de geçerli tabii ki.
Sonuç olarak, meseleye ben kültürel açıdan bakmaya çalıştım. Konu, ekonomik, siyasi, tarihi olarak zaten defalarca ve alanın uzmanları tarafından yazıldı çizildi. Ancak kültürel olarak ne gibi tehlikelerin olabileceğine pek kafa yorulmadı sanırım.
Taliban’ın, sanata ve kültüre bakışını biliyoruz. Tarihi eserlere neler yaptıklarını, ne vandallıklar sergilediklerini görüyoruz. Eğer, savaştan kaçma bahanesiyle ülkemize Taliban ve düşüncesi yayılırsa, kültürel olarak sorun yaşayacağımız kesindir. İçinde yaşadığımız kültürümüzün baskıya maruz kalmaması, sonraki kuşaklara daha güçlü bir biçimde aktarılması asıl gayemizdir. Bu gaye uğrunda da gördüğümüz tehlikeleri, dilimizin döndüğünce ifade etmeye çalışıyoruz. Gelen sığınmacıların tüm bilgilerinin devletin kayıtlarında ve kontrolünde olduğunu ümit ediyor; boşluk bırakmayacağı konusunda devletimize güveniyoruz.