




Halil Hakan Oturak
EYVALLAH NİHAT ABİ
Çocukluk yaşlarda dinlemeye başlamıştım Nihat abiyi.
O vakit söylediklerinin bazılarını anlamakta zorluk çekiyordum. Sakince başladığı konuşmalarını sesi kısılırcasına bağırarak bitiriyor, onunla birlikte ben de nefes nefese kalıyordum.
Büyük bir derdi vardı sanki tek başına üstesinden gelmeye çalışıyordu.
Halbuki, bizde evimizin küçük odasında onunla dertleniyorduk. Sanırım Nihat abinin bizim halimizden haberi yoktu. Ve yahut umursamıyordu.
Neden böyle olduğunu çok sonra, hatta ölüm haberini aldığımda anladım.
Mensubu olduğu milletin, üzerinde yaşadığı toprakların bütün sıkıntılarını omuzlamış, bir daha kim var kim yok diye arkasına bakmadan ne pahasına olursa olsun taşımaya karar vermiş biriydi. Umursamazlığı, dik başlılığı bundandı.
Hiç eğip bükmediği kalemi, kitaplarla dolu bir odası, bir köşede serilmiş seccadesi…
Bunlarda saklıydı Nihat abinin eyvallahı olmayan hayat hikayesi…
Karadenizliydi kendisi, gururla söylerdi Trabzonlu olduğunu, ama Trabzonculuk yapmazdı. Maçka’dan başladığı sözlerini ne yapar ne eder memleket diye bitirirdi.
Bir konuşmasında, “bizim oralarda ağaçlar toprak bulamadığı için adeta granit gibi sert kayaların üstünde yetişir, her biri otuz metreyi aşar; öyle bir kök salmışlar ki söküp alamazsın, bizi de söküp alamazlar bu topraklardan” diyordu.
Başka bir konuşmasında, “Çanakkale’den geçemezsiniz, gerekirse Nusret mayın gemisi oluruz, onu batırsanız mayının kendisi oluruz, yine geçirmeyiz” diye efeleniyordu cümle aleme.
“Müslümanlık Anadolu’nun boynuna geçirilmiş en güzel gerdanlıktır” diyerek, bu topraklarda yaşayan herkesi, adeta bir sanatkâr gibi o gerdanlığın üzerine tek tek işliyordu.
Sakarya Üniversitesinde okuduğum yıllarda öğrenci konseyi bizim arkadaşlarımız tarafından temsil ediliyordu. Düzenlenen bir etkinliğe Nihat Genç konuşmacı olarak gelecek dediler. Etkinlik günü geldiğinde Ocak’tan arkadaşlarla atlayıp kendisini almaya gittik. Arabayla falan geleceğini düşünürken çok sevdiği deri ceketi üzerinde, otobüsten inerken görmüştüm ilk defa onu.
Salon dolmuştu. Yerinden kalktı, kürsüye çıktı. Nefes almadan bir saati aşkın konuştu.
Mevlana’dan, Yunus’tan, analarımızın al yazmasından, çiftçilerin nasır tutmuş ellerinden, Karadeniz’in dalgalarından, Akdeniz’in dağlarından, Doğu Anadolu’nun sulandıkça bereketli olan topraklarından bahsetti. Amacı belliydi, yüzlerce kişinin ayrı ayrı girdiği o salondan bir ve beraber olarak çıkmamızı istiyordu. Bunu başardı.
Aramızdan ayrılışı, o salondan çıkarken hissettiğim duyguları tekrar yaşamama sebep oldu.
Farklı yerlerde duran bir sürü kişiye, hakikatte aynı yerde durduklarını söyleyerek ilk ve son kez hepimize eyvallah dedi.
Eyvallah Nihat abi.