Prof. Dr. Mustafa Koç
Taşıyan Olmak: Bana Bende Yer Kalmadı
Daha önce şu soruyu sormuştuk. “Taşıyan mısınız yoksa taşınan mısınız”? Bu sorunun bir bölümüne yani taşınan olmanın ve gelişimsel olarak nasıl taşınan olmayı öğrendiğimizi tartışmıştık. Bu yazıda ise taşıyan olmanın ne anlama geldiğini, gelişimsel süreçte nasıl taşıyan olmayı öğrendiğimizi ve taşıyan olmanın psikolojik ve sosyal sonuçlarını tartışalım.
Taşıyan olmak ne anlama geliyor? Bu soruya cevap vermeden önce, ne taşıdığımızın cevabını vermek daha doğru olur ve daha sonra yapacağımız tanımın anlaşılma düzeyini artırır. Taşıyan olmayı öğrenen kişinin taşıdığı yük diğer insanlardır. Diğer insanları taşır derken kast edilen bu kişilere karşı hissedilen dışa vurulmadan bastırılan ya da hissedilen duygunun tam tersi bir duyguyu dışa vurmaktır. Bu kişiler yağmur yüklü bulutlar gibi, duygu yüklü insanlardır. Yağmur yüklü bulutların birden yağmuru bırakması gibi oluşan sel ve yaşanan felaketlere benzer bu kişilerde duygularını bastıra bastıra en son dışa vurduklarında başta kendileri olmak üzere etrafındakilere zarar vererek yaşarlar. Taşıyan olmayı seçen kişiler yaşadıkları, hissettikleri, tanımladıkları ve dışa vurmak yerine başkasına ait duyguları bastırarak yaşarlar. Bu insanlar bitirilmemiş bir çok işe sahiptir. Bitilememiş iş, ifade edilemeyen duygular olarak tanımlanmaktadır.
Taşıyan olmayı nasıl öğreniyoruz? Bu süreci belirleyen bir çokfaktör vardır. Bunların başında çocuk yetiştirme tarzı gelmektedir. Çocuğun katı bir disiplin anlayışı ile yetiştirilmesi, memnun olmayan anne-babalar, mükemmeliyetçi ve aşırı beklentilerle yetiştirilen çocuklar, aşağılanan, azarlanan ve sürekli mahcubiyet duygusunun esiri haline getirilen çocuklar risk altındadır. Çünkü bu çocuklar, bu kadar psikolojik, duygusal ve fiziksel travma ile baş edebilmenin tek yolu anne-baba ya da bakımı veren kişinin duygularına göre kendini ayarlayabilmesi ile mümkündür. Bir başka deyişle çocuk bu olumsuz süreç ve bu süreçte yaşadığı güçlü içeriğe sahip duygularla baş edebilmenin yolu kendi düşüncelerinden, kendi duygularından ve kendi yapmak istediklerinden yani kendinden vaz geçmek olduğunu bilir ve uygular. Çünkü bu strateji yetişkinler tarafından onay alır ve bu stratejiye ilişkin onay çocuğun ihtiyaç duyduğu anayı da almak anlamına gelmektedir. Çok acıdır ki çocuk ancak yetişkin yaşamda anne-baba ya da bakım veren kişi gibi düşündüğü, hissettiği ve davrandığı için aldığı bu onayın kendisine değil onlara ait olduğunu öğrenecektir. Bu durum çocuğu kronolojik olarak büyütür ancak duygusal olarak çocuk bırakır. Bu kişileri, psikoterapiye ya da bu bağlamda yardıma ihtiyaç duyan kronolojik olarak büyümüş fakat duygusal olarak çocuk kalmış kişiler olarak tanımlamak mümkündür.
Gelişimsel süreçte taşıyan olmaya neden diğer bir durumda kullanılan telkinlerdir. “Kol kırılır yen içinde kalır”, “konuşmak için bir ağız dinlemek için iki kulak var” o halde susmak daha doğru bir davranıştır mesajı verilir. “Sus konuşma”, “kapa çeneni”, “açma ağzını” vb. telkin ya da disipline etme yöntemleri bastırmayı erdemli bir davranış haline getirmiştir. Duygularını dışa vurmayan ya da ne hissettiğini karşı tarafa hissettirmeyecek düzeyde bunu bastırmayı başaran kişiler, erkekse iyi bir damat adayı, kız ise iyi bir gelin adayı olmuştur. “Ağzı var dili yok” bizim kültürümüzde sahip olunan bir çok olumlu özelliğin net bir ifadesi olarak kabul edilmektedir. “Ağzı var dili yok” şeklinde tanımlanan birinin ne zaman ne yapacağını ön görmek neredeyse mümkün değildir denilebilir.
Diğer bir faktör ise bazen örtük bazen ise açık bir şekilde duyguları ifade etmenin zayıflık,, çaresizlik, yetersizlik ve değersizlik olarak görülmesidir. “Koktuğunu asla belli etme”, “kan kussan bile kızılcık şerbeti içtim de” vb telkinler hissedilen duygunun bastırılması gerektiğine ilişkin anlayışın yerleşmesine neden olmaktadır. Duyguları ifade etmenin engellenmesi ya da bastırılmasının bireye verdiği mesaj, bunu yaparsan kendini kaybedersindir. Bu kendini kaybetme korkusu ancak başka ile özdeşleşerek başa edebilen bireyde bu korku daha sonra başkasını kaybetme korkusuna dönüşüyor. Birisine karşı hissettiği duyguyu ifade etmenin onu kaybetmek olabileceğine ilişkin düşünce daha yoğun bir korkuya neden olabilmektedir. Bu korkuyu yaşamak yerine ya da bu korku ile yüzleşmek yerine kişi duygusal olarak kendini uyuşturmakta yani felç etmektedir.
Bu sürecin sonucunda yetişkin yaşama psikolojik, sosyal ve davranışsal olarak hazır olması gereken kişi, kendini tanıyamadan, kendi ile barışık olamadan, kendini kabul edemeden, kendine değer veremeden hayata başlamaktadır. Çünkü bu kişi kendinideğil, başkasını sevmiştir, kendi değil başkasını kabul etmiştir, kendine değil başkasına değer vermiştir, kendini değil başkasını önemsemiştir. Sevilmek, onay almak, kabul edilmek, değerli hissetmek kendi ile barışık olmak ve “kendi olmak” bu kişi için önemli değil midir. Önemlidir. Hatta belki de herkesten daha önemlidir. Sorun bu kişinin bunları yaşayabilmesi, hissedebilmesi ve davranışa dönüştürmesi için kendisini değil başkasını kaynak görüyorolmasıdır. Çünkü kendisinden daha fazla başkasını tanıyor fakat kendini tanımıyor. İşte tam bu yüzden sorgusuzca herkesi seviyor, onaylıyor, değer veriyor, kabul ediyor vetaşıyor. Sonuç olarak kişi bütün bu duyguları karşılayabilmek için psikolojik bir dilenciye dönüşüyor. Herkesin kendisine ihtiyacı olduğunu düşünerek yaşayan bu kişi bir gün kendisinin de kendisine ihtiyacı olabileceğini düşünmeden yaşadı ve psikolojik dilenciye dönmek onu çok yorunca kendine şöyle sormaya başladı “bana bende yer kaldı mı”? veacı gerçek ile yüzleşir “BANA BENDE YER KALMAMIŞ”
Peki ne yapmak gerekir?