Halil Hakan Oturak
İSTİKBAL İSTİKLALDEDİR!
Başlığa bakınca sözün aslı böyle değil diyeceksiniz çoğunuz eminim. Sözün aslı böyle olmasa da işin aslı maalesef buraya varmıştır.
Uzun yıllar o cepheden bu cepheye koşan vatansever Türk kumandanları ellerindeki askeri güç nispetinde kutsal bir mücadele vermiş, vurmuş vurulmuş ama düşmanların arzu ettiği şekilde asla yenilmemişti. Bu mücadeleleri verirken en zorlandıkları nokta kendilerinin de ifade ettiği gibi düşmanların hava üstünlükleri olmuştu.
Muhtemeldir ki bir zamanlar ecdat bu sözü söylerken millet olarak yeryüzünden gelecek tehlikelere karşı artık akıllandığımızı umut edip, zayıf olduğumuz göklerden gelecek tehlikelere yönelik gerekli tedbirleri almamız için bunu söylemişti.
İşte bu söz ile gösterilen hedef, gökyüzüne dair bilimsel çalışmalar yapılarak gerek askeri gerek iletişim teknolojileri ile ilgili ülkemizin ihtiyacı olan hususlara çare aramaktı. Savaş sonrası dönemin ağır şartlarına rağmen uçak fabrikası kurup uçak imal etmeye kadar gelişme gösterilmişti. Maalesef bu durum ilerleyen yıllarda aynı ciddiyetle takip edilmediği için birçok konuda olduğu gibi bu konuda da işler dışa bağımlılık esası üzerine oturttu verildi.
Zaten bizim gerekli bilimsel, sanatsal, kültürel çalışmaları yaparak teknolojik ve sosyal alanlarda eskiden olduğu gibi ileri bir medeniyet seviyesinde olmamızı kim isterdi ki!
Asırlardır biz bile istemeyip bu işlere ayak sürürken çağın gerisinde kaldığımızı anladığımız 18.yy’dan itibaren gidişatı tersine çevirmek için gayret etmeye başladığımız an kendi ilacımızı kendi bünyemizi tahlil ederek bulmayalım diye suni reçeteler sunan Fransız, İngiliz, Rus, Alman ister miydi bunu?
Tabi bunların öncesi de var; bir strateji üzerine verilen kapitülasyonlar devletimiz güçten düştükçe söz hakkına dönüşmüş onlar konuşmaya başladıkça biz savunmaya geçmişiz; savundukça gerilere kadar çekilmişiz. Hal böyle olunca eskiden kalktığımızda gölgemiz dünyayı tutarken sonra elden ayaktan düşmüşüz.
Sen düşmeye gör! Kimden destek gördüysek en büyük payı o çıkarmış hissesine. En son anlaşmışlar topyekûn mideye indirmeye. Birbirleri dahil her türlü murdarı yemeye alışık olanların pençeleri geçmiş kollarımıza bacaklarımıza ama dişleri kesmemiş gövdemizi.
Sızılı bir gövde olarak kalmış Anadolu kollarımızdan, bacaklarımızdan, saçlarımızdan ayrı. Merhem olmuş Müslüman Türk anaları ve onların yetiştirdiği kurt bakışlı yiğitler. Sakarya’dan ileriye bu gözü dönmüşlere izin vermemişler. Bir bütün olup dikilmişler karşılarına rüzgar olup esmişler İzmir dağlarına ta ki güneş doğana kadar.
Fark ettiniz mi? Dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyoruz. Olaylar, kişiler, tarihler farklı olsa da yaşananlar hep aynı. Mesela geçmişte ilk önce Fransa ile başlayan dostane ilişkiler bir süre sonra İngilizlere doğru kayıyor. Sonra bir ara çokça savaştığımız Ruslardan destek görmeye başlıyoruz. İkinci dünya savaşından sonra oluşan yeni dünya düzeninde çok geçmeden ABD ile müttefiklik boyutuna erişecek seviyede ilişki kuruyoruz.
Peki şimdi nasıl?
Son on yılda yaşanan gelişmeler sonrasında artık ABD’nin ve İsrail’in dünya üzerindeki plan ve stratejilerine uymayan milli üniter Türk devletine karşı operasyon başlamış durumdadır. Önce FETÖ denen terör örgütü unsurları tarafından istikbalimiz işgal edilmiştir. Ülkesini ve milletini hiçbir şart altında kimseye değişmeyecek olan evlatlarımız dururken devletin geleceğini teşkil edecek noktalara hep bu unsurlar yerleşmiş ve zamanı geldiğinde harekete geçirilmiştir.
Geçte olsa tepki veren bünyemiz mevzi kaybetmeden olayı kontrol altına alsa da saldırıların ardı arkası kesilmemektedir. Olaylar karşısında, suçu olanlar, pişman olanlar, aldatılanlar ve uyaranlar bir araya toplanmış bu saldırılara karşı göğüs germektedir. Kimisi suçu nispetinde, kimi pişmanlık hissiyle, kimisi aldatılmanın utancıyla kimisi ise uyarıp haklı çıkmış olmanın dayanılmaz kahrıyla topyekün bir karşı duruş sergilemektedirler.
İstikbalimizi işgal edenlerin asıl gayesi İstiklalimizdir!
Doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden hiç olmadı okyanus ötesinden bizi kendilerine uydu yapmak istiyorlar. Savaşta her yol mubah derler ya her şeyi deniyorlar. Önce çukuru kendi ellerimizle kazdırıp sonra içine atlatıyorlar. Az daha ses çıkarmasak kendi kendimize toprak dahi attıracaklar.
Bu kadar uzun boylu değil!
Buna müsaade etmeyeceğiz. Hele uzun yıllardır uyardığımız hatalar er ya da geç bir bir terk edilip, milli bir şuur uyanmışken bunu bizden kimse beklemesin. Diyeceksiniz ki Türkiye bu cendereden tek başına nasıl çıkacak, eskiden bazı devletleri diğerlerine karşı bir denge unsuru olarak kullanırdı şimdi, en yakın görüştüğü Rusya’yla YPG vs. konularında bile uzlaşmış değil.
Bu haklı endişenin cevabını 1940 yılına giderek Peyami Safa’dan dinleyelim:
“Türk milleti bunu bilir. Bildiği için cengaverdir. Bilir ki tarihinin en buhranlı saatlerinde kılıcından başka neye güvenirse, hepsi yalandır. Yaldızlı mefhumlara inansaydı İstiklal Harbini yapmaz, yutulurdu. Geçen büyük harpte esir milletlerin başına bu vaatler yağıyordu; hiçbiri tutulmayan vaatler ki, dünyayı daha büyük bir esaret sürükledi. Wilson prensipleri bu yalanların en mostralık örneğiydi.”
Evet görüldüğü gibi yıllar geçse de üzerimize doğru gelen taarruzların ardı arkası kesilmiyor ve kesilmeyecek. Bu noktada derdimiz kimseyi süte batırıp ak kaşık muamelesi yapmak ya da yaptırmak olmadığı gibi tüm mücadelemiz istiklalimizi müdafaa etmek ve sonrasında işgal edilmiş istikbalimizi kurtarmaktır.
Yine Peyami Safa’dan bir alıntı ile yazımıza son verelim ve bugün verdiğimiz mücadelenin sırrını birlikte okuyalım: “Büyük adamı kendinden evvelki tarih ve cemiyet doğurur; buna hiç şüphe yok, fakat kendinden sonraki tarihi ve cemiyeti de büyük adam doğurur.