Halil Hakan Oturak
17 Ağustos
Yıllar geçse de her Ağustos ayının aynı günü, saatler gece yarısını geçince, içimizi bir korku sarar.
Acaba yine deprem olur mu? Balkona çıkar bakarız, gökyüzünde bir kızıllık var mı?
Bahçede ki köpeği gözetleriz sıra dışı bir hali var mı?
Uyumasak mı acaba diye mutlaka içimizden geçiririz.
Nasıl korku sarmasın? Kolay mıydı yaşadıklarımız?
Normal anlarda bizim için çok küçük çok önemsiz bir zaman diliminde, milyonlarca insanın hayatı alt oluyordu. Sonra yeni hayatımızı gözyaşları ve acılar içinde aynı yerin üstüne kuruyorduk.
Yıkılan binaların altında arkadaşlarımız, dostlarımız, öğretmenlerimiz, komşularımız, kardeşlerimiz, ablalarımız, abilerimiz, annelerimiz, babalarımız kalmıştı.
Biz o acıların üstüne taş basıp, bu sefer daha az katlı binalarda hayatımızı yeniden kurmaya çalışıyorduk. Ne kadar mümkünse…
Hepimizin deprem ile ilgili bir anısı olmuştu, neredeydik, nasıl uyanmıştık, ilk anda ne düşünmüştük, ilk ne yapmıştık?
Bizim köyde fındık zamanıydı.
1967 depreminde hasar görmediği halde, korkudan iki kattan tek kata indirilmiş dededen yadigâr ahşap evdeydik. Salondan babamın bağrışmalarıyla uyandım, sabah oldu tarlaya gideceğiz ondan çağırıyordur diyerek işime gelmeyip duvara doğru döndüğümde, birden duvarın üstüme geldiğini görerek yataktan fırladım.
Babam deprem oluyor diye bağırıp, bir yandan sokak kapısını açmaya çalışıyordu.
Ben direk rahmetli babaannemin odasına girdim, kendisi yatakta kalkmaya uğraşıyordu.
Elinden tuttuğum gibi onu sürükleyerek kapının yanına kadar getirdim.
Anahtar yere düşmüş, biz onu bulup kapıyı açana kadar hayatımızın en uzun 45 saniyesi sona ermişti.
Babam amcamlara seslendi, o arada sokağın başından silah sesleri gelmeye başladı. Herkes uyansın diye silah atıyordu büyükler.
Sonra herkes önce kendi ailesini, sonra komşusunu, sonra da akrabasını kontrol ediyordu.
Çok şükür etrafta kimse bir zarar görmemişti, sadece herkes çok korkmuştu.
Elektrikler kesilmişti, yakın komşular ve akrabalarımızla boş bir arazinin üzerinde fındık brandalarının üstüne çıkmıştık. Korkan yüreklerimiz yerini endişeli bakışlara bırakıyor, o an yakında olmayan sevdiklerimiz gözümüzün önüne geliyordu. Acaba kimseye bir şey olmuş muydu?
Biraz sonra babamla Hendek’te ki evimize bakmaya gittik. Oradaki evler daha yüksek olduğu için insanlar çok daha korkmuş bir vaziyetteydi.
Köye geri döndük, bizimde köyümüz olsa bizde gidebilsek diyen gözleri gördüm, çok üzüldüm, şükür ettim kurtulduğumuza ve bir köyümüz olduğuna.
Sabah namazını kıldık hep birlikte, sonra Adapazarı’nda oturan amcamlar oradaki komşularını merak ettiler, radyodan gelen ilk haberler pek iç açıcı değildi. Yola çıktılar. Bizler o düzlükte kaldık.
Gündüz olup akşama doğru geldiklerinde, Adapazarı’nın yıkıldığını, birçok insanımızı kaybettiğimizi, bazılarının hayatta olduğunu ve çıkarılmayı beklediklerini söylediler.
Aklımız almıyordu nasıl o beton blokların altında insan sağ kalabilirdi nasıl çıkarılabilirdi?
Nasıl bulunabilirdi? Böyle bir afet olduğunda ilk anda ne yapsak hayatta kalma şansımız artabilirdi?
Hepsini öğrendik. Tüm acılarına şahitlik ederek hepimiz birer deprem uzmanı olmuştuk.
O günlerde tespit ettiğim bazı önemli noktaları belirterek gelecek nesillere faydalı bir iki not bırakmak isterim.
Hiç birimizin deprem nedir bilmediği bir durumda, bir bilim insanı Prof. Ahmet Mete Işıkara çıkmış ve toplumumuza depremin ne demek olduğunu bilimin sınırları içinde açıklamış ve bundan sonra olabilecekler ile ilgili hepimizi aydınlatmıştı. Mesela ana sarsıntıdan sonra “artçı depremler” oluşabileceğini ondan öğrenmiştik. O yüzden bir süre geçmeden evlere geri dönmenin doğru olmadığını, hasar görenlerin artçı bir depremle yıkılabileceğini o anlatmıştı bize. Topluma bir yandan ders anlatıyor bir yandan adeta güven veriyordu. O yüzden toplumda güvenilir bilim insanlarının olması gerektiğini ben o zaman anlamıştım. İlerleyen günlerde, bu kır saçlı sevimli adama “deprem dede” ismini takmıştı çocuklarımız. Bu isim ona çok yakışmıştı. Allah ondan razı olsun nur içinde yatırsın.
İkinci önemli bir nokta ise, bu büyük felaket bize, her istediğimizi yapmayan yapamayan annemizin, babamızın, zaman zaman kavga ettiğimiz ablamızın, bir su vermeye üşendiğimiz babaannemizin, belki arada bir kızdığımız komşumuzun, uzaklarda oturan ama telefon imkânımız olduğu halde aramadığımız akrabamızın, yoldan geçtiğinde hırlı mıdır hırsız mıdır diye düşündüğümüz bir yabancının.. yani bir insanın diğer bir insan için ne kadar kıymetli olduğunu öğretmişti.
Sesimizi duyan o yabancı gelip, üzerimizdeki tuğlaları kırıp bizi oradan çıkardığında onu bize Allah’ın gönderdiğini düşünüp, kim olduğuna bakmadan boynuna atlamıştık, kanayan ellerini öpmüştük..
İşte bu iki nokta, başımıza gelen tüm felaketlerde, yaralarımızı sarmak ve hayata tekrar tutunmamızı sağlayacak kıymetleridir.
Bugün, yarın ve gelecekte altında kalacağımız her enkazın içinden bizi yine çıkaracak olanlar;
Görüşü, düşüncesi ne olursa olsun bir an bile düşünmeden birbirine elini uzatarak, sarılarak destek veren, sahip çıkan milletimiz,
Millete yol gösteren, güven veren halkın içinden çıkıp halka yol gösteren bilim adamlarımız, aydınlarımız,
Elini taşına altına koyan Allah’ın gönderidiği iyi insanlarımız olacaktır.
Allah milletimize bir daha böyle felaket yaşatmasın.
Depremde kaybettiğimiz vatandaşlarımızı nur içinde yatırsın.
Ailelerine sabır versin.
Kalın sağlıcakla.